Taşra Hikayeleri (II)

7 Nis

“Bir gün gelir belki burada yaşadığın şeyler hoşuna bile gidebilir. Çoluk çocuk sahibi olunca anlatacak bi hikayen olur fena mı? Bir zamanlar anadoluda dersin, ucra bi yerde görev yaparken işte böyle böyle bi gece yaşamıştık dersin, anlatırsın işte ne biliyim masal gibi. Haksız mıyım doktor?”

-Arap Ali-
Bir Zamanlar Anadolu’da

Sahuru yaptıktan sonra öğlene kadar uyudum. Kalktığımda alışık olmadığım kuru bir sıcakla karşılaştım. Dudaklarım oruçlu olduğunu unutup sigaraya gitti ancak ellerim içmeme mani oldu. Dışardaki sessizlik bu kulaklara yabancı. Pencere kenarına dirseklerimi koyup bahçede vakit dolduran insanları seyrettim. İki kişi, kuytu buldukları odamın altında sigara içerek muhabbet ediyordu. Yağmur geliyormuş bu akşam. Şehirde, yağmur haberi insanları sıkıntıya sokardı çünkü kaos demekti. Burada ise insanlar mutlu ve sabırsız. Geçen sene yaşanan kuraklıktan sonra bu sene bol yağmur duası yapılmış.

Üzerimi giyinip çarşıda biraz dolaştım. Etraf, her sene bir iki ay bu topraklara uğrayan gurbetçilerle doluydu. Bir yanda köylerden gelen traktörler diğer yanda son model arabalar… Senede bir kere geldikleri bu yerde yaptırdıkları lüks daireler de cabası. Gurbetçi görgüsüzlüğü taşrayı incitiyordu. Sessiz bir yer aradım. Şehirlerarası yolu izleyebileceğim bir yer ararken kendimi otogarda buldum. Geçen arabaları sayıp, şehre giden araçlarda olmak için hangi fedakarlıkları yapabileceğimi düşündüm. Zihnimi maleyani uğraşlarla yormamın sebebi, daha fazla yorabilmem için yeterliydi. İnsanın en beyhude çabalarından biriydi zihne çivilenmiş düşüncelerden firar etmeye çalışmak. Dün, hayatımın hissiyat nazarında en karışık gecesinde ve kendime beyan etmekte zorlandığım gerçeklerle mücadele ederken ellerimin açmakta zorlandığı, açıldığında gözlerimin bakmadan önce birkaç kere  düşündüğü bir mesaj gelmişti. Yıllardır sorulmayan ahvalin kaç yıl hatrı vardı? Sonsuzluk, ifadelere eser miktarda konu olabilir miydi? Peki cevapsızlığım, hükmünü yitirmiş kalbime galip gelen ellerimin gururu muydu?

Otogar yalnızlığı… Burada en sevdiğim şeylerden biri olacak sanırım. Toparlanıp, iftarı yapabileceğim bir lokanta aramaya başladım. Burada geçirdiğim ilk saatlerde uğradığım birkaç lokantaya baktım. Hiçbiri içime sinmese de nispeten daha temiz gözüken Merkez Lokantasına girdim. Birkaç masa doluydu. Bu kasabanın eski kabadayılarından olduğunu sonradan öğreneceğim lokantanın sahibiyle biraz muhabbet ettikten sonra cam kenarında bir masaya oturdum. Çoğu yerde önemsiz olan iş kimliğim burada bir paşa gibi hürmet gördüğünden, ilgi ve alaka sıkıcı bir boyuta ulaştı. İmdadıma masama oturan genç kaymakam vekili yetişti. Benden iki ay önce atanmış bu kasabaya. Benzer anları yaşadığından yardım etmek istemiş. İnsan bir kaymakamı nasıl tarif eder bilemiyorum lakin bu meslek masamda oturan genç adamda tecessüm etmişti; biraz ağırbaşlı, biraz soğuk ve kelimeleri bir yanlış yapmamak için titizlikle seçip, tane tane söyleyen…  Okuduğumuz okullardan, girdiğimiz sınavlardan ve hayatlarımızdan bir parça bahsettikten sonra beraber öğretmenevinin çay bahçesine geçtik.

Bir masada kasabadaki devlet dairelerinin müdürleri otururken, bir diğer masada çaycının kulağıma fısıldadığı sürgün memurlar oturuyordu. En arka masada oturan öğretmenlerin yanına geçtik. Çaylar söylendi masadaki muhabbeti yavaş yavaş yakalamaya başladık. Babamdan da alışık olduğum öğretmen muhabbeti oldum olası beni sıkmıştı, yine bir değişiklik olmadı. Laf siyasete, muhalif söylemlere gelince kaymakamın rahatsız olduğunu hissettim. Müsaade isteyip boşalan bir masaya geçtik.

Geçmişe benzerliğin insan nereye kaçarsa kaçsın ardına takılmasına alışmıştım. Kaymakam vekilinin hikayesi de bu alışkanlığımı perçinledi. Aylardır konuşacak birini bulamadığından bahsetti ve tüm ketumluğunu üzerinden atıp kısaca anlattı; sevmiş, yenilmiş ve kaçmış. Kim bilir belki de yenilip, göç edenler hep aynı yerdeler. Ertesi günün tatil olmasını değerlendirip sahura kadar muhabbet ettik. Sigaramız bitti, yan masadaki bakkala dükkanı açtırdık, çayımız bitti bir daha demlettirdik. Yağmur dindi, biz dinmedik…

Taşra Hikayeleri (II)

Yorum bırakın

gregorumsamsam

Just another WordPress.com site

sairugultusu |sairugultusu.com

blog dergi |şiir-edebiyat-sanat

belkidebudur.wordpress.com/

düşünme, arzu et sade! bak böcekler de öyle yapıyor.

Hiss-i Kable'l Vuku

Hususi Hassasiyeti Olan Hisler

gulsumesen

ad astra per aspera

mimarabia

Just another WordPress.com site

Trt 2 deki Ressam // Topal Solucan

Kan kalemi yaz dedi " Adam ! Kan yolunda akarken içinden geçip gidenleri "

Emrah Aziz

"Je ne suis ni savant ni ignorant." (Maurice Blanchot)

ne olacak bu halim?

Just another WordPress.com site

Blog

Ben böyle güzelim falan filan...

Nurullah Ulutaş

Sevda Ülkesinin Yorgun Şairi

julyetta

Just another WordPress.com site

nihanka

Just another WordPress.com site