Mâzisinde trenler. Ezberinde tren tarifeleri. Üzerinden çıkmayan bir vagon kokusu.
Kitaplarının arasında, montlarının iç cebinde ve valizlerinin her köşesinde tren biletleri.
Bu mâzide bir başlangıç var. Bir gar. Tüm heybetiyle deniz kenarında.
Haydarpaşa.
Banliyö yolcularının telaşlı adımları. Şehirlerarası tren yolcularının sâkin bekleyişi. Bezgin anonslar:
“Sayın yolcularımız, Cumhuriyet Ekspresi saat 14.00’da altı numaralı perondan kalkacaktır.”
Bir de vapur, Karaköy’den gelip yanaşan. Yolcularının birazını trene emanet edip geri kalanlarla Kadıköy’e doğru yola çıkan.
Kalabalığın arasından geçip varılan bir büfe. Acıkılır diye alınan simit, poğaça ve kuru kuru gitmesin diye bir de ayran. Hani belki yolda bir başka treni beklemek için durulur da kapıları açıp sigara içilir diye alınan bir kısa Camel. Yanında da bulmaca ekli gazeteler, bir de mizah dergisi.
“Sen bana bir tane de su ver abi.”
Altı numaralı perona yürürken ucundan koparılan bir poğaça. Sigara altı. Trene binmeden bir sigara daha. Birbirlerine vedâya hazırlanan çiftler. Hazırlığın sona ermesiyle vâki olan vedalar ve zuhûr eden koca bir hüzün. Sessiz bekleyiş. Sadece bakışlar.
Peron amiri de orada. Bir elinde tren kontrol kağıdı, bir elinde düdük; ağzına götürdüğü zaman koca bir treni hareket ettirebilecek. Kafasında da bir kasket. Üniforması afili. Ziyadesiyle mesrûr.
Trene ilk adım…
Adımını atar atmaz arkasında bir ses;
“Evladım sana zahmet şu valizi çıkarabilir misin?”
“Tabi çıkarırım teyzeciğim.”
Tren hareket etmeye yakın kapılara koşan refâkatçiler. İçeriye kadar gelmeyip perondan el sallamak için çoktan yerini alanlar. Çalan düdük, keyiflenen peron amiri.
Trenle birlikte hareket etmeye hazır cevvâl aşık. Önce yürüyecek. Tren hızlanacak. Sonra koşacak. Nihayetinde pes edecek; lâkin birileri sevinecek. Tam da ayrılık sebebiyle ziyâdesiyle üzülürken.
“Biletlerinizi ve varsa indirim kartlarınızı hazırlayın lütfen!”
Vagonları bir bir dolaşan iki kondüktör. Paylaşılan vagonlar; biri trenin en başından başladı kontrole, diğeri en sonundan. Aralarda kontol edilen tuvaletler. Elinde valizi ile bir kaçak. Bileti yok. Haliyle kesilen bir ceza.
“Yapmayın abiler, zaten hiç param yok. İlk istasyonda inerim.”
Kondüktörlerin birbirlerine bakışı. Bakışlardan tecelli eden bir merhamet. Verilen izin ve alınan fevkalâde hediye;
“Allah razı olsun!”
Trenin sol yanına düşen tekli bir koltuğa oturdu; 21 numara. Kulağında müzik, elinde bir kitap. Bilinmeyene gittikçe artan tasavvur şiddeti. Üzerinde ağırlığını hissettiği koca bir heyecan.
Sadece bir kere görmüşlerdi birbirlerini. Biraz da konuşmuşlardı. Birbirlerine pek de yakışmışlardı. Cevvâl arkadaşlar icazet vermiş, harekete geçilmişti. Farklı şehirlerde olmanın ve uzaklık duygusunun yol açtığı yeisleri mağlub edip sevdalanmışlardı.
Bir Bostancı. Bir Pendik. Trenin yeni misafirleri. Es geçilip, yolcu alınmayan diğer duraklar. Dünden kalma ve ısıtıp tekrar önüne koyduğu düşünceler, tavsiyeler, iyi niyet temennileri ve tembihler;
“Heyecanlanma bu kadar. Bir kere görmüş olabilirsin; lâkin çokça muhabbet ettiniz.”
“Trende tuvalete giderken değerli eşyalarını yanına al. Çok hırsızlık olurmuş.”
“Neden bu kadar korkuyorum?”
“Kendin ol kâfi.”
“Bence her şey güzel olacak sıkma canını.”
“Bozüyük İstasyonu’ndan sonra hazırlanmaya başlarsın.”
“Çok daralırsan gir tuvalete iç bir sigara. Bir şey olmaz. Ben çok içtim.”
Düşüncelerin bu amansız taarruzuna yenik düşecekken imdâda yetişen teyzeler. Bohçalarını açtılar. İkramlar; kekler, börekler, çekirdekler. Kendi bohçasındakiler bir hayli gariban kaldı. Yedikçe rahatladı. Rahatladıkça sakinleşti. Tavsiyelere riâyet. Tuvalette bir sigara.
Yol epey ilerledi. Sağında körfez. Solunda fabrikalar. Bacalarından çıkan kara dumanlar. Bu sağlıksız yerleşim yerinde her an ölecekmiş gibi oyun oynayan çocuklar. Asılır asılmaz tekrar kirlenen ipteki çamaşırlar. Şaşkın amcalar;
“Yazık be evladım burada yaşayanlara, hepsi hasta olur bu dumandan.”
İzmit.
Yeni yolcular. Farklı sîmâlar, farklı telaşlar. Pişmaniyeciler. Ellerinde sepet, yüzlerinde bıkmışlık. Ağızlarından çıkan miskin bir reklam;
“Pişmaniyee!”
“Pişmaniye ister miyiz efendim?”
Bir tanesi alman. Pişmaniyeci Thomas. Nam-ı diğer Sarı. Sevmiş bir türk kızını. Atlamış trene, gelmiş. Olmamış. Vermemişler kızı. Dönememiş…
Türkiye’ye yaptığı heyecan dolu tren yolculuğu gözlerinde dâim olmuş, silinememiş. Bu yüzden trene her binişinde yeniden tezâhür eden bir hüzün ve yine trenle her münâsebetinde mükerrer bir mâzi. Konuşurken sürekli düzeltiği altın sarısı saçları, su gibi bir Türkçe;
“Çok acı çektim de sonra bir amcayla tanıştım. Hamdolsun çok yardımcı oldu. Önce müslüman oldum. Sonra işimi buldum. Hacı amca bir de eş buldu bana. İzmitliyim ben artık.”
Heyecan dolu bir tren yolculuğu da bende var diye düşündü. Biraz da tedirginlik… Ancak bıkmıştı eylemsizlik teâmüllerinden, hareket etmenin hor görülmesinden ve bu teâmüllerin muhafızlarından. Ayrıca gitme! ve uzaklaşma! uyarılarından.
İşte giden bir tren. Bir hareket. Bu faaliyetten hâsıl olan bir ferahlık.
Arifiye.
Hatıralarıyla dolu küçük kasaba. İstasyona karşılamaya gelen dede. Evde, börekleriyle, sarmalarıyla ve bir koca tencere mantı ile hazır kıta bekleyen babaanne. Küçükken mısır tarlalarında, çakıl taşlı yollarda, meyve ağaçlarının arasında ve amcasının arkadaşlığında geçirdiği yaz ayları.
Trenin uzayan molası. Karşıdan gelecek trenin beklenmesi. Bir sigara. İki sigara. Şehre mahkûm yaşayanların imrenerek içine çektiği temiz bir hava. Dün yapılan istişâreden yeni kesitler;
“Arifiye’ye gelince yolu yarılamış olursun. Oradan sonra Sakarya Nehri başlar, yeşillik başlar. Dışarıya bakmayı unutma.”
”Bence bu yolculuğu yazmalısın. Muhakkak not al.”
“Seni karşılamaya gelecek değil mi?.. İyi bari. Ne kadar heyecanlı.”
“Fotoğraf da çek bol bol.”
Herkesin seferber olması, bu fuzûlî ilginin sebep olduğu tedirginlik ve heyecan. Sigaradan çekilen son nefes. Kapanan kapılar. Bir düdük ve bir hareket daha…
Koltuğuna tekrar oturduğunda gece uğramayan uykunun âni ziyareti. Dışarıyı seyreyle tavsiyelerini unutup, kilosuna rağmen güzelce kıvrılıp, teyzelerin ve çocukların gürültüsüne mâni olması için kulaklığı takıp, kapattığı gözleri.
Müşterek ilgi alanları. Gösterilen ilginin makûl miktarı. Anlayışlı tavırlar. İri gözler. Merak. Bunun gibi birçok güzel sebebin toplanıp kısa sürede sevdaya dönüşmesi onu bir hayli şaşırtsa da uzun zamandır hissetmediği bu duyguları itinâ ile saklayıp, yetiştirip, büyütmek istedi. Tüm bu süreçleri sâkin, ihtiyâtlı ve düşünerek geçirmek yaşının bir hayli geçmesi ile doğrudan alakalıydı.
Uzaktan bir ses;
“Trenimiz… sonra… istasyonunda…”
Açılan gözler, dikilen kulaklar, yürüyerek anons yapan ve 21 numaralı koltuğa yaklaşan kondüktör;
“Trenimiz 10 dakika sonra Bozüyük İstasyonu’nda olacaktır.“
Kısa uyku sonrası sersem ahvâli, yük taşıyan göz kapakları, toparlaması gereken bir zihin. Bu istasyondan sonra hazırlanmaya başlayacaktı. Kalktı. Su içti. Tuvalete gidip yüzünü yıkadı. Bu istasyona gelince bir şey daha yapacaktı;
“Bozüyük’e gelince ona bir mesaj at. O da söylemiştir zaten sana.”
İki aydır beraber yaşadığı telefon. Hızlı hızlı aldığı ve şiddetli bir şekilde geri bıraktığı nefes. Tuşlara ağır ağır basıp arttırdığı heyecanı. Basılan gönder tuşu;
“Az kaldı… Yarım saate orada olurmuşuz…”
Düzeltilen yaka, paça. Yukardan indirilen sırt çantası. Etrafa tedirgin gözlerle bakarak, çekinerek ve vagon ahâlisini rahatsız etmemek için yavaş yavaş üzerine sürdüğü parfüm. Zihninde dün geceden beri tatbîk ettiği buluşma anında yapılan son düzenlemeler. Ağızdan çıkacak ilk kelime, kurulacak ilk cümle. İlk tebessüm, susulacak ilk an. Tatbikâtı bölen kondüktörsüz bir anons;
“Trenimiz Eskişehir’e gelmek üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanması rica olunur.”
Hazır.
“Gelmek üzereymişiz..”
Bir an yapılan telaş. Acele açılan çanta. Alınan hediyenin teftişi. Az olan parasıyla aldığı çok değerli bir kitap. Sahaf arkadaşından taksitle, 1944 basımı tertemiz bir Küçük Prens.
Hareketin sona ermesi ve açılan kapı. Merdivenlerden inmeden etrafa atılan ilk bakış. Göremeyince atılan ikinci bakış. Trenden inenler, trene binenler.
Kavuşanlar ve kucaklaşanlar. Torunlarını yanaklarından ve gözlerinden onlarla yanyana olamadığı dakikalar kadar öpen bir teyze. Askerden izne gelen bir nişanlı.
Ayrılanlar ve elleri bırakılanlar. Kızını üniversite için İstanbul’a yollamaya hazırlanan bir baba. Uzaklara gidecek işçiler ve arkalarında bıracakları yavrular. Bavullar, çocuklar ve haşhaşlı ekmek satan tezgâhlar.
“İstanbul istikâmetinden gelip Ankara yönüne doğru gidecek olan Cumhuriyet Ekspresi 10 dakika sonra istasyonumuzdan hareket edecektir.”
Ortalık tenhâlaşmaya başladı. Bir banka oturdu. Sigara yaktı. Yabancı bir şehirde olduğunu üflediği ilk dumandan sonra anladı. Uzun uzun istasyondaki Eskişehir tabelasına baktı. O kadar uzun baktı ki şehrin ismi manasızlaştı. Mesaj attı. Ses yok. Aradı. Telefonu kapalı.
Hıçkırıklar. Yanına oturan daha doğrusu yanına yığılan bir kadın. Ağlamaktan kızaran gözler, elinde trene bindirdiği yârinin verdiği atkı, henüz ayrılmalarına rağmen atkıya bakıp onu hatırlaması ve kokusunu içine çekmesi.
“Tekrar kavuşursunuz inşallah.”
Ne gelen var ne giden. Tedirgin. Garın önüne çıkıp etrafa daha büyük umutlarla atılan bakışlar. Tren saatlerini ezberleyip garın önünde sıra olan taksiler. Bekleyişin ağırlığı. Zayıflayan umutlar. Hakîm olan geri dönmeliyim düşünceleri. Tekrar sırtladığı çantası. Geri dönmek için bakılan trenin kalkış saati.
Tüm karamsarlığını aniden silen bir yüz. O, garın kapısından koşarak giren, göz göze gelince yavaşlayıp saçlarını düzelten. Kesilen nefesler.
“Arkada bir yol daha vardı kestirme geç kalınca oradan gelmek istedim. Çok beklettim değil mi?”
“Önemli değil; ama bir an gelmeyeceksin zannettim. Telefonun da kapalıydı.”
“Evden aceleyle çıktım. Merdivenlerden koşarak inerken telefon elimden düştü. Sanırım artık hep kapalı kalacak.”
“Anladım.”
Ürkek bakışlar. Nasıl hareket ettirileceği kestirilemeyen eller. Kontrol edilemeyen tebessümler.
“Bir an düşündüm gelmemeyi; ama hemen vazgeçtim.”
“Ben de geri dönmeyi düşündüm; ama iyi ki gelmişim.”
“Hoş geldin!..”
Eğreti ve acemi bir sarılma. Bu ana kadar zihinlerde vâkî olan bazı düşüncelerin ani silinişleri. Yeni düşüncelerin, silinenlerin yerini hızla doldurması.
Sarılmanın şiddeti arttıkça içinde bulunduğu anın ve hatta Haydarpaşa’da trene attığı ilk adımın hayatında yeni bir döneme tekabül ettiğini idrâk etti. Böylesine güzel bir başlangıç onu fazlasıyla mutlu ederken içinde bulunduğu ahvâle külliyen zıt bir soru aklına geldi. Bu soru mütemadiyen tedirgin meşrebiyle mi alakalıydı? Yoksa bazı şeyler başlar başlamaz mı insanı tedirgin ederdi? Bunları cevaplaması henüz mümkün değildi ancak ruhunun alışkın olmadığı mutluluk mefhûmu karşısında zihninin yeni bir meşgûliyeti vardı;
“Yaşanan bu fevkalade başlangıçların da bir sonu var mı?”
http://www.kirkincikapi.com/alti-numarali-peron/