Kutulara Hapsolmuş Bir Hâdise

12 May

Başka bir hikâyeye taşınmak için hazırlıklara başladı. Biriktirilen ahvâl, düşünceler, ünlemler, soru işaretleri ve noktalar… Her yeni intikâlde, bu biriktirme alışkanlığının/hastalığının vehâmetini daha şiddetli müşahâde ediyordu. Bu alışkanlıkta, önceki saydıklarımızdan çok daha değerli bir yere sahip kelimeler de nasibini alıyor, hattâ diğerleri gibi intizâm içinde değil, evin dört bir yanında; ayakkabılıktaki telefon defterinde, kanepenin üzerinde bulunan alışveriş listesinde, mutfak sandalyesinin minderinde unuttuğu not defterinde ya da yemek masasının altına düşen müsvedde kağıtlarda, dağınık bir şekilde yer alıyordu.

Esnaf esnaf dolaştım, İstanbul’dan Yeni Zelanda’ya
Kelimelerin olduğu kutuları şöyle koyalım
Boş koliler topladım; Orta Doğu ve Kuzey Avrupa’yı içine koyabilecek kadar
Dikkatli olun lütfen
Yeni Zelanda’yı çok sever, alakası yoktur yukarıda ismi geçen diğer coğrafyalarla
Acelemiz yok
Dünyayı iki kere dolanacak kadar da bant kullandım
Çarpacaksınız
Artan bantları da kullandım, kelime sarf edebilecek diğer tüm dudakları kapatarak
Oraya koyduklarınız açılmayacak
İsraf hoş değil
Hey sen, yavaşça yere bırak onları
Kutuları üst üste koyunca Ay’a
Bakın kutunun üzerinde ne yazıyor; “Dikkat! Hassas Kelimeler”
Yan yana koyunca komşu gezegene kadar yol oldu, duble
Tamam! Siz şöyle koyun, ben hallederim
Ağızlarını açmamak için dünyanın tüm kesici aletlerini kendime sapladım
Hayır hayır üzerine bir şey koymayın
Bir daha taşınmasınlar diye tüm nakliyecilere yeni meslekler kazandırdım

Kelimeler yerli yerinde mekân tutmuş, hisler ise derli ve derinde hapsolmuş hâlde, sükûtu arayan gözleriyle yeni bir hikayeye taşındı. Kutularla çevrelenmiş koltuğa oturup, ayaklarını uzattı. Yanında gördüğü koli bandı ve bu işgüzar nesneden dâhi ortaya çıkan onca anı tehditkâr bir bakış atınca balkona çıktı. İçerideki eşyaları yakmayı geçirdi aklından. Cebinden çakmağı çıkarıp, oynamaya başladı. Daha önce hangi basit eylemleri aklından geçirip de ardından nasıl cesaret edemediğini düşününce sadece gülmekle yetindi. Tekrar ciddileşmesi uzun sürmedi çünkü ömrü boyunca hareketsiz meşrebinin yol açtığı pişmanlıklarla uyumaya mahkûm olmuştu. İçeri geçip uzun koltuğa uzandı. Hem bu kolilerden kurtulmak istiyor hem de onların yok olmamasının yollarını arıyordu. Üzerine örtülen uyku, dünyasındaki her şeyi bir sonraki güne bırakırken bu zorlu mesele onu rüyalarında çoktan  yormaya başlamıştı.

Ertesi sabah işe gitmeyi unutacak kadar meşgul bir zihinle uyandı. İşe her geç kaldığı mesai gibi bugün de işleri rast gitmedi. Akşama kadar herkesle kavga edebildiği için ayrı bir ücreti hak etmişti. Çalıştığı devlet dairesinden çıkarken sürekli bir şeyler postaladıkları yüzlerce adresin listesini yanına aldı. Yıllarca sakladığı, üzerilerindeki tarihlerin tüm dünyada sadece iki kişi tarafından yaşandığına inandığı sayfaları rastgele seçerek her gün farklı bir adrese yollamaya başladı.

http://www.kirkincikapi.com/kutulara-hapsolmus-bir-hadise/

Altı Numaralı Peron

12 May

Mâzisinde trenler. Ezberinde tren tarifeleri. Üzerinden çıkmayan bir vagon kokusu.

Kitaplarının arasında, montlarının iç cebinde ve valizlerinin her köşesinde tren biletleri.

Bu mâzide bir başlangıç var. Bir gar. Tüm heybetiyle deniz kenarında.

Haydarpaşa.

Banliyö yolcularının telaşlı adımları. Şehirlerarası tren yolcularının sâkin bekleyişi. Bezgin anonslar:

“Sayın yolcularımız, Cumhuriyet Ekspresi saat 14.00’da altı numaralı perondan kalkacaktır.”

Bir de vapur, Karaköy’den gelip yanaşan. Yolcularının birazını trene emanet edip geri kalanlarla Kadıköy’e doğru yola çıkan.

Kalabalığın arasından geçip varılan bir büfe. Acıkılır diye alınan simit, poğaça ve kuru kuru gitmesin diye bir de ayran. Hani belki yolda bir başka treni beklemek için durulur da kapıları açıp sigara içilir diye alınan bir kısa Camel. Yanında da bulmaca ekli gazeteler, bir de mizah dergisi.

“Sen bana bir tane de su ver abi.”

Altı numaralı perona yürürken ucundan koparılan bir poğaça. Sigara altı. Trene binmeden bir sigara daha. Birbirlerine vedâya hazırlanan çiftler. Hazırlığın sona ermesiyle vâki olan vedalar ve zuhûr eden koca bir hüzün. Sessiz bekleyiş. Sadece bakışlar.

Peron amiri de orada. Bir elinde tren kontrol kağıdı, bir elinde düdük; ağzına götürdüğü zaman koca bir treni hareket ettirebilecek. Kafasında da bir kasket. Üniforması afili. Ziyadesiyle mesrûr.

Trene ilk adım…

Adımını atar atmaz arkasında bir ses;

“Evladım sana zahmet şu valizi çıkarabilir misin?”

“Tabi çıkarırım teyzeciğim.”

Tren hareket etmeye yakın kapılara koşan refâkatçiler. İçeriye kadar gelmeyip perondan el sallamak için çoktan yerini alanlar. Çalan düdük, keyiflenen peron amiri.

Trenle birlikte hareket etmeye hazır cevvâl aşık. Önce yürüyecek. Tren hızlanacak. Sonra koşacak. Nihayetinde pes edecek; lâkin birileri sevinecek. Tam da ayrılık sebebiyle ziyâdesiyle üzülürken.

“Biletlerinizi ve varsa indirim kartlarınızı hazırlayın lütfen!”

Vagonları bir bir dolaşan iki kondüktör. Paylaşılan vagonlar; biri trenin en başından başladı kontrole, diğeri en sonundan. Aralarda kontol edilen tuvaletler. Elinde valizi ile bir kaçak. Bileti yok. Haliyle kesilen bir ceza.

“Yapmayın abiler, zaten hiç param yok. İlk istasyonda inerim.”

Kondüktörlerin birbirlerine bakışı. Bakışlardan tecelli eden bir merhamet. Verilen izin ve alınan fevkalâde hediye;

“Allah razı olsun!”

Trenin sol yanına düşen tekli bir koltuğa oturdu; 21 numara. Kulağında müzik, elinde bir kitap. Bilinmeyene gittikçe artan tasavvur şiddeti. Üzerinde ağırlığını hissettiği koca bir heyecan.

Sadece bir kere görmüşlerdi birbirlerini. Biraz da konuşmuşlardı. Birbirlerine pek de yakışmışlardı. Cevvâl arkadaşlar icazet vermiş, harekete geçilmişti. Farklı şehirlerde olmanın ve uzaklık duygusunun yol açtığı yeisleri mağlub edip sevdalanmışlardı.

Bir Bostancı. Bir Pendik. Trenin yeni misafirleri. Es geçilip, yolcu alınmayan diğer duraklar. Dünden kalma ve ısıtıp tekrar önüne koyduğu düşünceler, tavsiyeler, iyi niyet temennileri ve tembihler;

“Heyecanlanma bu kadar. Bir kere görmüş olabilirsin; lâkin çokça muhabbet ettiniz.”

“Trende tuvalete giderken değerli eşyalarını yanına al. Çok hırsızlık olurmuş.”

“Neden bu kadar korkuyorum?”

“Kendin ol kâfi.”

“Bence her şey güzel olacak sıkma canını.”

“Bozüyük İstasyonu’ndan sonra hazırlanmaya başlarsın.”

“Çok daralırsan gir tuvalete iç bir sigara. Bir şey olmaz. Ben çok içtim.”

Düşüncelerin bu amansız taarruzuna yenik düşecekken imdâda yetişen teyzeler. Bohçalarını açtılar. İkramlar; kekler, börekler, çekirdekler. Kendi bohçasındakiler bir hayli gariban kaldı. Yedikçe rahatladı. Rahatladıkça sakinleşti. Tavsiyelere riâyet. Tuvalette bir sigara.

Yol epey ilerledi. Sağında körfez. Solunda fabrikalar. Bacalarından çıkan kara dumanlar. Bu sağlıksız yerleşim yerinde her an ölecekmiş gibi oyun oynayan çocuklar. Asılır asılmaz tekrar kirlenen ipteki çamaşırlar. Şaşkın amcalar;

“Yazık be evladım burada yaşayanlara, hepsi hasta olur bu dumandan.”

İzmit.

Yeni yolcular. Farklı sîmâlar, farklı telaşlar. Pişmaniyeciler. Ellerinde sepet, yüzlerinde bıkmışlık. Ağızlarından çıkan miskin bir reklam;

“Pişmaniyee!”

“Pişmaniye ister miyiz efendim?”

Bir tanesi alman. Pişmaniyeci Thomas. Nam-ı diğer Sarı.  Sevmiş bir türk kızını. Atlamış trene, gelmiş. Olmamış. Vermemişler kızı. Dönememiş…

Türkiye’ye yaptığı heyecan dolu tren yolculuğu gözlerinde dâim olmuş, silinememiş. Bu yüzden trene her binişinde yeniden tezâhür eden bir hüzün ve yine trenle her münâsebetinde mükerrer bir mâzi. Konuşurken sürekli düzeltiği altın sarısı saçları, su gibi bir Türkçe;

“Çok acı çektim de sonra bir amcayla tanıştım. Hamdolsun çok yardımcı oldu. Önce müslüman oldum. Sonra işimi buldum. Hacı amca bir de eş buldu bana. İzmitliyim ben artık.”

Heyecan dolu bir tren yolculuğu da bende var diye düşündü. Biraz da tedirginlik… Ancak bıkmıştı eylemsizlik teâmüllerinden, hareket etmenin hor görülmesinden ve bu teâmüllerin muhafızlarından. Ayrıca gitme! ve uzaklaşma! uyarılarından.

İşte giden bir tren. Bir hareket. Bu faaliyetten hâsıl olan bir ferahlık.

Arifiye.

Hatıralarıyla dolu küçük kasaba. İstasyona karşılamaya gelen dede. Evde, börekleriyle, sarmalarıyla ve bir koca tencere mantı ile hazır kıta bekleyen babaanne. Küçükken mısır tarlalarında, çakıl taşlı yollarda, meyve ağaçlarının arasında ve amcasının arkadaşlığında geçirdiği yaz ayları.

Trenin uzayan molası. Karşıdan gelecek trenin beklenmesi. Bir sigara. İki sigara. Şehre mahkûm yaşayanların imrenerek içine çektiği temiz bir hava. Dün yapılan istişâreden yeni kesitler;

“Arifiye’ye gelince yolu yarılamış olursun. Oradan sonra Sakarya Nehri başlar, yeşillik başlar. Dışarıya bakmayı unutma.”

”Bence bu yolculuğu yazmalısın. Muhakkak not al.”

“Seni karşılamaya gelecek değil mi?.. İyi bari. Ne kadar heyecanlı.”

“Fotoğraf da çek bol bol.”

Herkesin seferber olması, bu fuzûlî ilginin sebep olduğu tedirginlik ve heyecan. Sigaradan çekilen son nefes. Kapanan kapılar. Bir düdük ve bir hareket daha…

Koltuğuna tekrar oturduğunda gece uğramayan uykunun âni ziyareti. Dışarıyı seyreyle tavsiyelerini unutup, kilosuna rağmen güzelce kıvrılıp, teyzelerin ve çocukların gürültüsüne mâni olması için kulaklığı takıp, kapattığı gözleri.

Müşterek ilgi alanları. Gösterilen ilginin makûl miktarı. Anlayışlı tavırlar. İri gözler. Merak. Bunun gibi birçok güzel sebebin toplanıp kısa sürede sevdaya dönüşmesi onu bir hayli şaşırtsa da uzun zamandır hissetmediği bu duyguları itinâ ile saklayıp, yetiştirip, büyütmek istedi. Tüm bu süreçleri sâkin, ihtiyâtlı ve düşünerek geçirmek yaşının bir hayli geçmesi ile doğrudan alakalıydı.

Uzaktan bir ses;

“Trenimiz… sonra… istasyonunda…”

Açılan gözler, dikilen kulaklar, yürüyerek anons yapan ve 21 numaralı koltuğa yaklaşan kondüktör;

“Trenimiz 10 dakika sonra Bozüyük İstasyonu’nda olacaktır.“

Kısa uyku sonrası sersem ahvâli, yük taşıyan göz kapakları, toparlaması gereken bir zihin. Bu istasyondan sonra hazırlanmaya başlayacaktı. Kalktı. Su içti. Tuvalete gidip yüzünü yıkadı. Bu istasyona gelince bir şey daha yapacaktı;

“Bozüyük’e gelince ona bir mesaj at. O da söylemiştir zaten sana.”

İki aydır beraber yaşadığı telefon. Hızlı hızlı aldığı ve şiddetli bir şekilde geri bıraktığı nefes. Tuşlara ağır ağır basıp arttırdığı heyecanı. Basılan gönder tuşu;

“Az kaldı… Yarım saate orada olurmuşuz…”

Düzeltilen yaka, paça. Yukardan indirilen sırt çantası. Etrafa tedirgin gözlerle bakarak, çekinerek ve vagon ahâlisini rahatsız etmemek için yavaş yavaş üzerine sürdüğü parfüm. Zihninde dün geceden beri tatbîk ettiği buluşma anında yapılan son düzenlemeler. Ağızdan çıkacak ilk kelime, kurulacak ilk cümle. İlk tebessüm, susulacak ilk an. Tatbikâtı bölen kondüktörsüz bir anons;

“Trenimiz Eskişehir’e gelmek üzeredir. İnecek yolcularımızın hazırlanması rica olunur.”

Hazır.

“Gelmek üzereymişiz..”

Bir an yapılan telaş. Acele açılan çanta. Alınan hediyenin teftişi. Az olan parasıyla aldığı çok değerli bir kitap. Sahaf arkadaşından taksitle, 1944 basımı tertemiz bir Küçük Prens.

Hareketin sona ermesi ve açılan kapı. Merdivenlerden inmeden etrafa atılan ilk bakış. Göremeyince atılan ikinci bakış. Trenden inenler, trene binenler.

Kavuşanlar ve kucaklaşanlar. Torunlarını yanaklarından ve gözlerinden onlarla yanyana olamadığı dakikalar kadar öpen bir teyze. Askerden izne gelen bir nişanlı.

Ayrılanlar ve elleri bırakılanlar. Kızını üniversite için İstanbul’a yollamaya hazırlanan bir baba. Uzaklara gidecek işçiler ve arkalarında bıracakları yavrular. Bavullar, çocuklar ve haşhaşlı ekmek satan tezgâhlar.

“İstanbul istikâmetinden gelip Ankara yönüne doğru gidecek olan Cumhuriyet Ekspresi 10 dakika sonra istasyonumuzdan hareket edecektir.”

Ortalık tenhâlaşmaya başladı. Bir banka oturdu. Sigara yaktı. Yabancı bir şehirde olduğunu üflediği ilk dumandan sonra anladı. Uzun uzun istasyondaki Eskişehir tabelasına baktı. O kadar uzun baktı ki şehrin ismi manasızlaştı. Mesaj attı. Ses yok. Aradı. Telefonu kapalı.

Hıçkırıklar. Yanına oturan daha doğrusu yanına yığılan bir kadın. Ağlamaktan kızaran gözler, elinde trene bindirdiği yârinin verdiği atkı, henüz ayrılmalarına rağmen atkıya bakıp onu hatırlaması ve kokusunu içine çekmesi.

“Tekrar kavuşursunuz inşallah.”

Ne gelen var ne giden. Tedirgin. Garın önüne çıkıp etrafa daha büyük umutlarla atılan bakışlar. Tren saatlerini ezberleyip garın önünde sıra olan taksiler. Bekleyişin ağırlığı. Zayıflayan umutlar. Hakîm olan geri dönmeliyim düşünceleri. Tekrar sırtladığı çantası. Geri dönmek için bakılan trenin kalkış saati.

Tüm karamsarlığını aniden silen bir yüz. O, garın kapısından koşarak giren, göz göze gelince yavaşlayıp saçlarını düzelten. Kesilen nefesler.

“Arkada bir yol daha vardı kestirme geç kalınca oradan gelmek istedim. Çok beklettim değil mi?”

“Önemli değil; ama bir an gelmeyeceksin zannettim. Telefonun da kapalıydı.”

“Evden aceleyle çıktım. Merdivenlerden koşarak inerken telefon elimden düştü. Sanırım artık hep kapalı kalacak.”

“Anladım.”

Ürkek bakışlar. Nasıl hareket ettirileceği kestirilemeyen eller. Kontrol edilemeyen tebessümler.

“Bir an düşündüm gelmemeyi; ama hemen vazgeçtim.”

“Ben de geri dönmeyi düşündüm; ama iyi ki gelmişim.”

“Hoş geldin!..”

Eğreti ve acemi bir sarılma. Bu ana kadar zihinlerde vâkî olan bazı düşüncelerin ani silinişleri. Yeni düşüncelerin, silinenlerin yerini hızla doldurması.

Sarılmanın şiddeti arttıkça içinde bulunduğu anın ve hatta Haydarpaşa’da trene attığı ilk adımın hayatında yeni bir döneme tekabül ettiğini idrâk etti. Böylesine güzel bir başlangıç onu fazlasıyla mutlu ederken içinde bulunduğu ahvâle külliyen zıt bir soru aklına geldi. Bu soru mütemadiyen tedirgin meşrebiyle mi alakalıydı? Yoksa bazı şeyler başlar başlamaz mı insanı tedirgin ederdi? Bunları cevaplaması henüz mümkün değildi ancak ruhunun alışkın olmadığı mutluluk mefhûmu karşısında zihninin yeni bir meşgûliyeti vardı;

“Yaşanan bu fevkalade başlangıçların da bir sonu var mı?”

http://www.kirkincikapi.com/alti-numarali-peron/

Taşra Hikayeleri (II)

7 Nis

“Bir gün gelir belki burada yaşadığın şeyler hoşuna bile gidebilir. Çoluk çocuk sahibi olunca anlatacak bi hikayen olur fena mı? Bir zamanlar anadoluda dersin, ucra bi yerde görev yaparken işte böyle böyle bi gece yaşamıştık dersin, anlatırsın işte ne biliyim masal gibi. Haksız mıyım doktor?”

-Arap Ali-
Bir Zamanlar Anadolu’da

Sahuru yaptıktan sonra öğlene kadar uyudum. Kalktığımda alışık olmadığım kuru bir sıcakla karşılaştım. Dudaklarım oruçlu olduğunu unutup sigaraya gitti ancak ellerim içmeme mani oldu. Dışardaki sessizlik bu kulaklara yabancı. Pencere kenarına dirseklerimi koyup bahçede vakit dolduran insanları seyrettim. İki kişi, kuytu buldukları odamın altında sigara içerek muhabbet ediyordu. Yağmur geliyormuş bu akşam. Şehirde, yağmur haberi insanları sıkıntıya sokardı çünkü kaos demekti. Burada ise insanlar mutlu ve sabırsız. Geçen sene yaşanan kuraklıktan sonra bu sene bol yağmur duası yapılmış.

Üzerimi giyinip çarşıda biraz dolaştım. Etraf, her sene bir iki ay bu topraklara uğrayan gurbetçilerle doluydu. Bir yanda köylerden gelen traktörler diğer yanda son model arabalar… Senede bir kere geldikleri bu yerde yaptırdıkları lüks daireler de cabası. Gurbetçi görgüsüzlüğü taşrayı incitiyordu. Sessiz bir yer aradım. Şehirlerarası yolu izleyebileceğim bir yer ararken kendimi otogarda buldum. Geçen arabaları sayıp, şehre giden araçlarda olmak için hangi fedakarlıkları yapabileceğimi düşündüm. Zihnimi maleyani uğraşlarla yormamın sebebi, daha fazla yorabilmem için yeterliydi. İnsanın en beyhude çabalarından biriydi zihne çivilenmiş düşüncelerden firar etmeye çalışmak. Dün, hayatımın hissiyat nazarında en karışık gecesinde ve kendime beyan etmekte zorlandığım gerçeklerle mücadele ederken ellerimin açmakta zorlandığı, açıldığında gözlerimin bakmadan önce birkaç kere  düşündüğü bir mesaj gelmişti. Yıllardır sorulmayan ahvalin kaç yıl hatrı vardı? Sonsuzluk, ifadelere eser miktarda konu olabilir miydi? Peki cevapsızlığım, hükmünü yitirmiş kalbime galip gelen ellerimin gururu muydu?

Otogar yalnızlığı… Burada en sevdiğim şeylerden biri olacak sanırım. Toparlanıp, iftarı yapabileceğim bir lokanta aramaya başladım. Burada geçirdiğim ilk saatlerde uğradığım birkaç lokantaya baktım. Hiçbiri içime sinmese de nispeten daha temiz gözüken Merkez Lokantasına girdim. Birkaç masa doluydu. Bu kasabanın eski kabadayılarından olduğunu sonradan öğreneceğim lokantanın sahibiyle biraz muhabbet ettikten sonra cam kenarında bir masaya oturdum. Çoğu yerde önemsiz olan iş kimliğim burada bir paşa gibi hürmet gördüğünden, ilgi ve alaka sıkıcı bir boyuta ulaştı. İmdadıma masama oturan genç kaymakam vekili yetişti. Benden iki ay önce atanmış bu kasabaya. Benzer anları yaşadığından yardım etmek istemiş. İnsan bir kaymakamı nasıl tarif eder bilemiyorum lakin bu meslek masamda oturan genç adamda tecessüm etmişti; biraz ağırbaşlı, biraz soğuk ve kelimeleri bir yanlış yapmamak için titizlikle seçip, tane tane söyleyen…  Okuduğumuz okullardan, girdiğimiz sınavlardan ve hayatlarımızdan bir parça bahsettikten sonra beraber öğretmenevinin çay bahçesine geçtik.

Bir masada kasabadaki devlet dairelerinin müdürleri otururken, bir diğer masada çaycının kulağıma fısıldadığı sürgün memurlar oturuyordu. En arka masada oturan öğretmenlerin yanına geçtik. Çaylar söylendi masadaki muhabbeti yavaş yavaş yakalamaya başladık. Babamdan da alışık olduğum öğretmen muhabbeti oldum olası beni sıkmıştı, yine bir değişiklik olmadı. Laf siyasete, muhalif söylemlere gelince kaymakamın rahatsız olduğunu hissettim. Müsaade isteyip boşalan bir masaya geçtik.

Geçmişe benzerliğin insan nereye kaçarsa kaçsın ardına takılmasına alışmıştım. Kaymakam vekilinin hikayesi de bu alışkanlığımı perçinledi. Aylardır konuşacak birini bulamadığından bahsetti ve tüm ketumluğunu üzerinden atıp kısaca anlattı; sevmiş, yenilmiş ve kaçmış. Kim bilir belki de yenilip, göç edenler hep aynı yerdeler. Ertesi günün tatil olmasını değerlendirip sahura kadar muhabbet ettik. Sigaramız bitti, yan masadaki bakkala dükkanı açtırdık, çayımız bitti bir daha demlettirdik. Yağmur dindi, biz dinmedik…

Taşra Hikayeleri (II)

Taşra Hikayeleri (I)

7 Nis

Yolculuklarım sırasında, yol kenarlarına utana sıkıla dizilmiş, yolların mahremlerine müdahale ettiğini düşünen küçük yerleşim yerlerine karşı sehven de olsa fazla şehirli davrandığımı bu tek çatılı, az nüfuslu kasabalardan birinde yaşamaya başladığımda anladım. Elimde küçük bir çanta, derme çatma otogardan ayrılan bir otobüs ve daha önce sadece sigara içmek için beş dakikalığına ayak bastığım bir kara parçası… Otobüse dur demek istedim fakat boğazım bir denizci düğümüne teslim, otobüse el kaldırmak istedim ancak ellerim bu topraklara yabancı…

Dükkanların sıralandığı caddeye doğru ilerledim. Bir kahvehaneye, birkaç bakkala ve iki tane de lokantaya uğradım. Çay içtim, yemek yedim, sigara aldım ve kalabilecek bir yer sordum. Hepsi öğretmenevini işaret etti. Hepsi bir ihtiyacım olursa kendilerine gelmemi tembihledi. Yürüdüm. Gözlerim henüz etrafa alışamadığından olsa gerek birkaç kez ezilme tehlikesi atlattım. Kendimi bir kaldırıma attığımda yanıma, bıyıkları kendisine güvenmemi telkin eden bir adam yaklaştı ve konuşma tarzımın dikkatini çektiğini, yeni olduğumu ilk bakışta anladığını söyledi. Benimle konuşurken geçmişinde yaşadığı ilkleri seyrettim gözlerinde. Onun, yıllar evvel yaşadığı maceralarda, mevcut zamana nazaran ne tür imkansızlıklar içinde mücadele ettiğini ve gurbetin geçmişe dair bir mefhum olduğunu gördüm. Sürgün Ahmet ismim, ne buralıyım ne de başka bir yerden dedi ve benimle öğretmenevine kadar yürüdü. Burası dedi, tam da benim başladığım yer. Sarmaşıkların kapısını unutturduğu bir bahçeye adım attım; okey taşlarının gürültüsü, çay kaşıklarının uğultusu ve birkaç dolu masa vardı. Çaycısı geleceğimi önceden duyanlardan. Çalışacağım dairede de çaycıymış. Odan hazır istanbullu dedi. Şaşırdım. Çantalarımı odaya çıkarmak için ısrarla istedi. Zahmet etme dedim, bir hayli boğuştuk. Sen bana önce bir çay ver deyince pes etti. Herkes ne işin var burada imalarıyla bakıyordu. Bana asla sorulmaması gereken bir soruydu. Yenilmemem için, istemeye istemeye buraya gelmeme razı olan ailemi mahcup etmemek ve kaçmam gereken şehre geri dönmemek için… Meraklı gözler yanıma yaklaşınca ilk açıklamayı ben yapıp, bu soruyla muhattap olmamaya çalıştım.

Yorgun olduğumu söyleyip müsade istedim. Çaycı odama kadar eşlik etti. Sıcak suyun nasıl açılacağından, yataktaki sorundan ve ramazan ayının ilk sahuruna beni kaldırabileceğinden bahsetti. Bir de kusura bakma tüm bu eksiklikler için dedi, devlet adına, ona bu imkansızlıkları sunan devlet, onu bir kez da mahcup ederken… Odada neyin olup olmadığı o an için pek de umurumda değildi. Camı açtım, bir sigara yakıp yatağa uzandım. Gözlerimi tavana doğru diktim. Geldiğim koca şehirle bu küçük kasaba arasında kısa bir zaman diliminde gördüğüm tek benzer şey bu tavandı.  İnsan, bir şeyden kaçarken nereye doğru gittiğini umursamıyorsa o şey, insanın hayatına oldukça güçlü temas etmiş olmalı diye düşündüm.

Taşra Hikayeleri (I)

Sen de Şehirleşme Sakın

7 Nis

Bak, en sevdiğin şehir gidiyor, toparlanmış
Her gün küfrettiğin yollar katlanıp konmuş bavula
Tek tek isim koyduğumuz martılar ve birkaç ada
Biraz dalga, bazı tepeler ve en kötüsü de geceler
Yağmalanmış, atlar üzerinde, çirkin adamlarca
Sen ağlama, hüzün keder ne varsa koy cebine
Bilseydik bir damla gözyaşıyla gitmekten vazgeçilecek
Şehrin kenar mahalleleri kalmaz mıydı sular altında
Ve isyan etmez miydi mahalleli tüm gidenlere

Bak, şehir cevap vermiyor bakışlarına, sırtı dönük
Ellerin bir bir eksiliyor son dokunuştan bu yana
Gamzelerin sele yenik, gözlerin artık çorak
Her gece mızıkam bitince derdin ya bu şehir hangi çalgı
Bir klarnet sesi taşınıyor güvercinlerle sokağa
Güvercinler bu acı sese yenik, ölüyor her varışta
Sevmediğimiz serçeler kalıyor giden şehirden geriye
Ben sigarasız, onlar susuz ve sen ebediyyen kararsız

 

http://www.kirkincikapi.com/sendesehirlesmesakin/

Deniz Çarptı; Yaralılar Var

7 Nis

Bir şarkı tam da çalmaması gereken bir çağda, eskimesine rağmen radyolar, bulabilse bir gramafon, zarif bir gökyüzü altında tüm deniz kenarlarında çalıyordu. Denizden esen bir besteydi, mevsimler geçiyordu ve kalpler geç ısınıp geç soğurken gözlerde yakamozlar kaçınılmazdı. Dünyanın dönmesine şerh düşen âna ve ona eşlik eden şarkıya anlam yüklemeye çalışırken alamadım kendimi senden, kaldım saçlarında. Uzuyorum artık sana doğru Rapunzel.

Ben Karşı Köyün Cesuruyum

7 Nis

Bir ihtimali sevmek kadar ipin ucunda ömrüm
Yeisleri muhafaza etmek biraz sudan sebep
Cesaret, küçüklüğünde sarışın, albümlerde şimdi
Tam da ölüyorduk nereden çıktı bu yaşamak
Oysa sabahı çıkarmazdı nefeslerim
Bir adım, biraz belki ve belli ki bilinmez

Kravatlı Sıkıntılar Korosu

7 Nis

tek taşınmazım bir başım dizlerine doğru bir hamle
özlem belki de vücudun zirvesinde tecessüm ki
yıllardır ağrıyan şakaklarım ve sebeplerim bu
kadar mı dersen hasrete dair bestelerim de
var bilmediğim notaların dilime bulaşmasıyla
ellerimden çıkmayan gözlerin bana baksın diye
dualarım da vardı dirseklerim destek almadan
uzun sürerdi, kan gitmezdi ve ben kaybettim
parmaklarımı uzaktan gelen sesine uzatamadan

Kaydı Silinen Gamzeler

15 Mar

Güzel bir düşüm saklanmış gamzelerine
her tebessümün belkilerle bezeli ihtimal
elmacık kemiklerim mezarımda şahit
yazmasınlar diye uzaklaşan korkak ellerim
kabrime geç intikal kocaman gözlerin
görebilseydi kapanmadan kirpiklerimi
duyabilseydi çırpınışlarımdaki masumiyeti
uyma sen yüzümü perdeleyen saçlarına
düşen yeşiller renk körüyüm diye
ilk görüşte merhûmum sana
biraz sakin, bir kere duy ve bazen sen de
ölmeyi dene

Huzurunda Biraz Yenileceğim

15 Mar

Seninle iki satır konuşmak için gayretler aldım
Bize gelişi üç yeni zelanda doları
İnandım hep kontradan gelen yalanlara
Müdahale istedim iktisadi birimlerden
Sana, bana ve tüm geçmişlerimizin ruhuna
Enflasyonum düştü, işsizliğim artışta
İyi olmayacak hastanın ayağına yanlış teşhis
Cebimden piyasaya temsili kavimler göçü
Kuraklık, açlık hiç yoksa parasızlık

Gıyabında biraz seveceğim seni
Bir mektup yazacağım uzun yıllar sonrasına

Seninle iki satır konuşmak için harfler aldım
Teminat gösterdim, o zaman nefeslerim hep borç
Çeperlerim dertten hacizli, ensemde sürüyle devlet
Şimdi nasıl desem; aksilik bizde ata mesleği
Harflere küçük gelen ödemesi peşin gayretler
Ölü doğdu kulağına okunacak kelimeler

Huzurunda biraz yenileceğim sana
Mütevazı olamam, iyiyim bu konuda

Seninle iki satır konuşmak için trenler aldım
Sahibinden; iki vagon, bir lokomotif
Kolay olmadı, birkaç hayalimi sattım
Ah bir trenin onlara gelişi nedir bilir misin
Bir kez daha üzülerek inandım

Patlayan birkaç silah ve yere yığılan izmarit
Kesilen bir yol, kirli elbiseler, uzaklaşırken atlar
Tren yola çıkarken, kalan birkaç hayalim;
Seninle bir ömür yurtsuz olmak,
Gelişine, uzaklardan gelen bir hayat
Küçülüyordu Çirkin Tuco’nun ellerinde

 

http://www.kirkincikapi.com/huzurunda-biraz-yenilecegim/

gregorumsamsam

Just another WordPress.com site

sairugultusu |sairugultusu.com

blog dergi |şiir-edebiyat-sanat

belkidebudur.wordpress.com/

düşünme, arzu et sade! bak böcekler de öyle yapıyor.

Hiss-i Kable'l Vuku

Hususi Hassasiyeti Olan Hisler

gulsumesen

ad astra per aspera

mimarabia

Just another WordPress.com site

Trt 2 deki Ressam // Topal Solucan

Kan kalemi yaz dedi " Adam ! Kan yolunda akarken içinden geçip gidenleri "

Emrah Aziz

"Je ne suis ni savant ni ignorant." (Maurice Blanchot)

ne olacak bu halim?

Just another WordPress.com site

Blog

Ben böyle güzelim falan filan...

Nurullah Ulutaş

Sevda Ülkesinin Yorgun Şairi

julyetta

Just another WordPress.com site

nihanka

Just another WordPress.com site